22 Ağustos 2010 Pazar

Tiranlar

1.Dünyadaki en büyük 100 ekonomik birimden 51’ i şirket,49’u ise ülke iken,bu şirketlerin satışları ile ülkelerin GSMH’leri karşılaştırılacak olursa ;


2.En tepedeki 200 şirketin toplam satışları toplam küresel ekonomik faaliyetten hızlı büyüyor. 1983 ve 1999 arasında bu şirketlerin toplam satışları,dünya GSMH’nin yüzde 25’inden yüzde 27’5’ine yükseldi.

3.En tepedeki 200 şirketin toplam satışları en büyük 10 ülke ekonomisi dışındaki tüm ülkelerin ekonomisinden büyük.

4.En tepedeki 200 şirketin toplam satışları, ağır yoksulluk çeken 1.2 milyar insanın –dünya nüfusunun %23’ü – toplam yıllık gelirinin 18 katı.

5.En tepedeki 200 şirketin satışları dünyadaki ekonomik faaliyetin % 27,5’ine denk gelmesine rağmen bu şirketler dünyadaki iş gücünün yüzde 0.78’ini istihdam ediyorlar.

6. 1983 ve 1999 arasında en tepedeki 200 şirketin karı % 362.4 oranında artarken istihdam ettikleri insan sayısı yalnızca % 14.4 oranında arttı.

7.En tepedeki 200 şirketin toplam işgücünün % 5 ‘i sendikaları dağıtmak ve düşük ücret ödemek için işçileri yarım gün çalıştıran Wall-Mart şirketi tarafından istihtad ediliyor. Bu perakende satış devi,1.140.000 işçisiyle dünyadaki en büyük özel işveren,onun arkasından 466.938 işçisiyle Daimler Chrysler geliyor.

8.En tepedeki 200 şirket arasında 82 şirketle –toplamın % 41’ i – ABD başta geliyor,ikinci olan Japon şirketleri ise 41 tane.

9.Listedeki ABD şirketlerinden %44’ü, 1996-1998 arasında % 35’lik federal kurumlar vergisinin tamamını ödememiş.1998’de bu firmalardan yedisi yapılan indirimlerden dolayı federal gelir vergisini hiç ödememiş. Bu şirketler Texaco,Chevron,PepsiCo,Enron,Worldcom,McKesson ve dünyanın en büyük şirketi,General Motors.

10. 1983 ve 1999 arasında,en tepedeki 200 şirketin içinde hizmet sektöründe yer alan şirketlerin karı yüzde 33,8’den % 46,7 yükselmiş.Bu karlar özellikle finansal hizmetler ve telekomünikasyon sektörlerinde devlet denetiminin kalktığı ülkelerde gözle görülür bir şekilde artmış.

Necip Mahfuz


Necip Mahfuz 1912 yılında Kahire' de dünyaya geldi.Çok olmasa da varlıklı bir ailenin çocuğuydu.Kardeşlerinin kendisinden en az dokuz yaş büyük olması neredeyse tek çocukmuş gibi yetiştirilmesine neden oldu. Tarih ve diğer bilimlere olduğu gibi ,dile olan yeteneğini de genç yaşta gösterdi. On sekizinde Darwin’le tanışması inanç dünyasında büyük fırtınalar kopardı.1930’da Kral 1.Fuat(Şimdiki Kahire)Üniversitesi’ne felsefe öğrencisi olarak girdi.Mahfuz o zamanlar Fransızca ve İngilizce verilen dersleri izlemekte güçlük çekiyordu.Bu sorunu çözmek için James Baikie’nin Ancient Egypt(Eski Mısır) adlı yapıtını Arapçaya çevirdi.


1934’de okulu bitirdiğinde akademik kariyer düşünüyorduysa da iki yıl sonra getirdiği paranın az olmasına karşın zamanını yazmaya ayırmak için okuldan ayrıldı.İlk üç kitabından hiç para kazanamadı ve elsabır lakabını aldı. Tüm Mısırlı yazarlar gibi hayatını başka alanlarda kazanmak zorundaydı.Üniversite’de sekreter olarak çalışmaya başladı. 1934-1954 yılları arasında ise Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görev yaptı.Daha sonra Kültür Bakanlığı Sinema Dairesi danışmanlığı olan görevi sanatla daha ilgiliydi. 1972’de bu görevden emekli oldu.

Yabancı yazınla ilgilenmesi öğrencilik yıllarında rastlar.Kuşkusuz en çok yüzyıl başındaki Galsworthy,Wells ve Arnold Bennett gibi İngiliz toplumsal gerçekçi yazarlardan etkilenmişti.Victoria çağı romancılarını da okudu.Mahfuz’un Kahire’nin yoksul insanlarını betimlemsinde Dickens’den etkilenmeler olduğu sanılırsa da aslında ondan hiç etkilenmemiştir.Gerçekten de Mahfuz aslında Dickens’in hiçbir öyküsünü sonuna kadar okuyamadığını itiraf etmiştir. Yıllar boyunca ilgilendiği yazınsal alan gittikçe genişledi.Fransız yazınından Balzac,Proust,Sartre ve Camus; İngiliz yazınından ise Joyce,Huxley,Orwell,Faulkner ve Hemingway sevdiği yazarlar arasındadır.Eski Arap yazını üzerine bilgisi çok azdır ve çağdaşları arasında ise açıkça yalnız Tevfik El-Hakim’den etkilenmiştir.

Yapıtları kabaca üç döneme ayrılabilir.Firavun romanları olarak adlandırılan üç tarihsel romanla yazmaya başladı. Ama daha sonra içlerinde en iyisi Üçleme olan bir dizi toplumsal roman kaleme aldı.Bu büyük ve biraz da öz yaşamöyküsel yapıtta Mısır toplumundaki çatışma ve karmaşayı bir Balzac genişliği ve zamanının hiçbir yazarında benzeri bulunmayan teknik yeniliklerle dile getirmiştir.Kimi eleştirmenler aşırı zenginlik ve olay örgüsünün karmaşıklığından yakınmışlarsa da ,ulaştığı başarı önemlidir.

1959’da başlayan ikinci dönemde,fizikötesi alegori uğruna toplumsal gerçekçiliği,zamanda insan uğruna,toplumda insanı bir kenara bıraktı ve simgecilik ve bilinç akışı tekniğine yönelerek kimi zaman düzyazıdan da öte şiirsel bir anlatıma vardı.1967’de Miramar’la başlayan üçüncü dönem,Mahfuz’un gelişimindeki iki değişik aşamayı birleştiren bir sentez özelliği gösterir.Mahfuz,izlekleri ve biçemleri romanlarındaki gelişmeyi yansıtan,dördü 1969’dan sonra olmak üzere,yedi kısa öykü kitabı yayımlamıştır.Bu dönemde daha çok geleneksel gerçekçilikten uzaklaşma eğilimleri gösterdi.

Daha önce de bahsettiğim gibi Mahfuz’un kendi ülkesinde de eleştirmenleri vardır.Yazınsal Firavun gibi karşılansa da en azında alçakgönüllülüğüyle insanları etkiler.Philip Stewart,Mahfuz’la konuşmasını şöyle aktarıyor : ‘Mahfuz’un kendi yapıtı üzerine görüşleriyle de beliren suskunluğu,derinlerde yatan alçakgönüllülüğünden kaynaklanmaktadır. Kitaplarının okunduğundan memnundur ve Mısır’ın önde gelen yazarlarından oluşunu kanıksamıştır.Oysa kendi kitaplarını Avrupa yazınını göz önünde bulundurarak değerlendirmesini istediğimizde,’Büyük bir olasılıkla öbür çağdaş Arapça yapıtlar gibi dördüncü ya da beşinci sırada yer alır’ dedi. Shakespeare,James Joyce ve Tolstoy’u birinci sınıf,Wells,Dickens,Thackeray,Shaw,Galsworthy,Huxley ve D.H.Lavrence’i ise ikinci ya da üçüncü sınıf Avrupalı yazarlar olarak görüyordu. Daha kötü Avrupalı yazarlardan örnekler vermesi istendiyse de hiç okumadığı ve okumaya da niyeti olmadığını belirtti ve Avrupalıların bu tür yapıtlar ortaya koyduğu için çağdaş Arap yazınıyla ilgileneceğini sanmadığını dile getirdi. Yazına biçimini,toplumsal bağlam ve okurların yaklaşımın verdiğini ve 150 yıl önce Avrupa’nın geçtiği toplumsal ve sanayi devrimi sürecinden,Mısır’ın hala geçmeye çabaladığını,onun için de Arap yazınının 19.yüzyıl konu ve tekniklerini kullandığını gelişmemişliğine de bunun neden olduğunu ileri sürdü.Bu görüşün şaşırtıcı hiçbir yanı olmamasına karşın,Mısır’ın en çok satan yazarının bu sözleri söylemesi önemliydi.’

Amerikalı Hapishane !

Cezaevi sınai kompleksi(CSK),cezaevlerini toplumsal,politik ve ekonomik sorunlara çözüm olarak gören çok yönlü bir sistemdir.CSK ırkçılık,sınıf ayrımcılığı,cinsel ayrımcılık ve homofobinin oluşturduğu baskıcı anlayışlarla kesişir ve onların üzerinden şekillenir.İnsan hakları ihlallerini,ölüm cezasını,emek sömürüsünü,polisiye denetimi,mahkemeleri,medyayı,yerel toplulukların çözülmesini,siyasi tutsakların ve savaş esirlerinin hapsedilmesini ve muhalefetin yok edilmesini içerir.


CSK’yı tam olarak anlatabilmek için ona işlerlik kazandıran şeylere bütünsel olarak bakmalıyız.Örneğin,cezaevi yapımındaki korkunç artış diğer faktörlerin yanı sıra şunlara bağlanabilir : Uyuşturucuya karşı savaşın başlatılmasıyla beraber cezaevine konulan insan sayısındaki büyük artış,beyaz ırka mensup olmayan insanların yürüttüğü ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkını savunan radikal hareketlerin baskı altında tutulması ve 60’lar,70’ler ve 80’ler boyunca süren anti-emperyalist hareketlerin bastırılması.Uyuşturucuya karşı savaş ve radikal politik hareketleri yok etmeye yönelik operasyonlar,beyaz ırka mensup olmayan insanlar ile yoksul insanların yaşadığı topluluklarda polis sayısının ve tutuklanma oranının artmasına ve uzun süreli hapis cezalarına yol açtı.Suç suçluluk ve isyan hakkında dramatik ve ırkçı biçimde hazırlanan ve bir korku kültürü yaratan raporlar da cezaevi yapımındaki korkunç artışı etkiledi.Üst sınıftan birçok beyaz insan için,’kamu güvenliği’ adında insanları,öncelikle siyahları,gençleri ve yoksulları daha da uzun zaman dilimleri boyunca kafese tıkmak kabul edilebilir ve arzu edilir bir şey. CSK’yı bu kadar güçlü ve yıkıcı yapan şey kesinlikle bu çok yönlü doğasıdır. Sistemi değiştirmek için,onu bütünüyle görmeli ve onu neyin sürdürdüğünü ve şekillendirdiğini anlamalıyız.

CSK’ya karşı çıkmak için egemen kültürün kamu güvenliği kavramını yeni baştan tanımlamalıyız. Polisin, cezaevlerinin ve mahkemelerin iktidarda olmayan ve iktidar yapılarına tabi insanlara hizmet ettiği düşüncesine karşı çıkmalıyız. Aynı zamanda,CSK’nın ve onu sürdüren sistemin değerlerinin en çok etkilediği insanların güvenliği üzerine temellenen alternatif bir güvenlik anlayışı yaratmalıyız.

Irkçılık,Küreselleşme ve Cezaevlerinin Artması

ABD günümüzde iki milyon kişiyi hapsetmiş durumdadır.Beş milyondan fazla insan şu ya da bu şekilde adalet sisteminin gözetimi altındadır. ABD Adalet Bakanlığı’nın istatistiklerine göre 1992 yılı itibariyle 20 ila 29 yaş arasındaki her üç siyah erkekten biri(Baltimore ve Washington gibi şehirlerde 18 ile 35 yaş arası siyah erkeklerin yüzde 50’si) adalet sisteminin gözetimi altındadır. Adalet Bakanlığı hapsedilme oranlarına bakarak,1991’de doğan siyah bir erkeğin hayatı boyunca en azından bir kere cezaevine girme olasılığının yüzde 29 olduğu tahmininde bulunuyor.

Kadınlar en hızlı büyüyen cezaevi grubunu oluşturuyor.1980’den beri ABD’de cezaevine giren kadınların sayısı neredeyse yüzde 400 oranında arttı. Kadınların Ekonomik Gündemi Projesi’nin 1994 Mayıs tarihli raporuna göre cezaevindeki kadınların yüzde 54’ü beyaz ırka mensup olmayan kadınlardan oluşuyor.

Beyazların üstünlüğünü yansıtan politikalarda,programlarda ve doktrinlerde ifade bulan ırkçılık ABD’deki temel belirleyici faktör olmayı sürdürüyor.Bu kurumsallaşmış ırkçılık,kar üstüne şekillenen,kapitalist bir ekonomik sistemle destekleniyor. Yirmi birinci yüzyılın şafağında belirleyici olgu,tekelci kapitalizmden küresel kapitalizme geçiştir. Bu dönemde,ulus devletler özerkliklerini kaybederek egemenliklerinin büyük kısmını Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu gibi çok uluslu kuruluşlara teslim etmişlerdir.Sanayileşmenin çökmesi,yeni teknolojiler ve küresel iş rekabeti özellikle beyaz ırka mensup olmayan insanların yaşadığı toplumlarda işsizlik,kötü çalışma koşulları ve yoksullukla sonuçlanmıştır.

Devletler küreselleşen dünya üzerinde rekabet ederken ‘ABD’de cezaevlerinin artması gelecekteki ‘küreselleşme dolaşım modelleri’ için temel bir model oluşturuyor,çünkü cezaevi inşa etmek bir anlamda devlet inşa etmektir… Beyaz ırka mensup olmayan insanların yoğun olarak yaşadığı merkezlerde,belirli insanları hedef alan ceza yasaları yoluyla uygulanan ırkçılık,bireysel veya rastlantısal değil,yapısal bir olgudur.’

Cezaevlerinin ihraç edilmesiyle ABD’deki ve ABD dışındaki ırkçı pratikler,görünüşte beyazların üstünlüğünün olmadığı yerlerde de belirleyici faktör olabilir. Hiç şüphesiz yirmi birinci yüzyılın sorunu,yirminci yüzyılın da sorunu olduğu üzere özgürlüktür,güç ve farklılığın ayrıştırılmasıdır.

Küreselleşmeye ve CSK’ya karşı direniş örgütlemenin ciddi bir potansiyeli var. Küreselleşmeye karşı uluslar arası hareketler gelişirken ve bu hareketlerin diğer baskı ve egemenlik sistemlerine karşı tartışmaları kapsama potansiyeli göz önüne alındığında,hareketlerin etkilediği ve ortaklaşa kapsadığı kesişim alanlarını anlamaya çalışmak mükemmel olur. Küreselleşme karşıtı hareketlerin,ki bunlar ABD’de çoğunlukla beyaz insanlardan oluşmaktadır.sınıf ve cinsiyet ayrımcılığı gibi kendi içlerindeki beyaz egemenliğine de karşı çıkmaları gerektiğini kavramaları zorunludur.Bu hareketler,yurt içinde ve dışındaki adaletsizliklerin ve güç kullanımının kavranılması üzerinden küreselleşmeye uzanan bir politik bakış açısı geliştirmelidirler.CSK karşıtı hareketler,ABD cezaevi modelinin ihraç edilebilirliğinin kavranmasından yararlanabilirler ve yurt içinde sürdürülen mücadeleyle beraber uluslar arası bağlamda bir mücadele yürütmeye hazırlanabilirler.

-Geçmişten Öğrenmek-
1960’ların ortasından 1970’lerin ortalarına kadar Kara Panter Partisi,Young Lords(Genç Efendiler) ve American Indian Movement (Amerikan Yerli Hareketi) ile beraber ABD’deki birçok genç radikal,devrim çağrısında bulundular.ABD’nin beyaz ırka mensup olmayan insanları ve işçi sınıfını ulusal ve uluslar arası ölçekte sömüren ırkçı,kapitalist,cinsiyetçi ve eşcinsel düşmanı bir toplum olmayı sürdürmeye kararlı olduğunu söylediler.Buradan yola çıkarak,bir toplumun sistematik biçimde tamamen değişmesi gerektiği sonucuna vardılar.

Üçüncü Dünya’daki Ulusal kurtuluş hareketlerinin başarılarından da destek bulan,genelde başını gençlerin çektiği örgütler ABD’de devrim hareketinin gelişmesini sağladılar. Taban örgütlenmeleri,kitle gösterileri ve doğrudan eylem sıklıkla kullanılan taktiklerdi. Haklarından yoksul bırakılmış yerel topluluklara hizmet veren yemek kooperatifleri,kitapçılar ve özgürleşme okulları gibi karşı-kurumlar ve programlar yaratıldı.Sisteme karşı direniş,yeni popüler gençlik kültürünün itici gücü oldu.Bugün,o dönemden kalan anılar o zamanlar yaşamış birçok insana umut aşılamaya devam ediyor.

Fakat,geçmişi romantikleştirmemeliyiz.Bunun yerine,o zamanlardan hangi dersleri çıkaracağımızı ve günümüz mücadelelerine nasıl uygulayacağımızı bulmalıyız. 1970’lerin sonunda devrim etkili biçimde ezilmişti. Liderleri öldürülmüş,sürgün edilmiş ve yerel ile feodal adli mercilerin haksız uygulamaları nedeniyle cezaevine konulmuştu.Birçoklarının yeni bir toplum için beslediği hayaller ve idealizm yok olmuş yerini kinizm ve hayal kırıklığına bırakmıştı.

Sonuç
Cezaevleri suça çözüm değildir.Cezaevini iktidar bağlamında eleştirmeyi öğrenmeliyiz.İktidarı eleştirmeyi öğrenmeliyiz.SCK Karşıtı hareket kolay kazanılan zaferlerle veya sistemin bütünlüğünü anlamayan ve ırkçılık,sınıf ayrımcılığı ,cinsiyet ayrımcılığı ve homofobi tarafından tanımlanan sistemin bütünüyle savaşmayan,basitleştirilmiş mücadelelerle şekillendirilme riskini taşıyor.Savaşmanın dışında bir seçeneğimiz olmadığını anlamalı ve varoluşumuzu tehdit eden tüm o kesişen sistemler ortadan kalkana kadar savaşmaya devam etmeliyiz.

http://www.critacalresistance.org/

Amerikan Hapishaneleri-1

İnsan hakları izleme örgütü Human Right Watch'a bir mektup gönderdikten sonra bileklerini jiletle keserek intihara teşebbüs eden Floridalı bir mahkum, Amerikan hapishanelerinde yaşanan tecavüz skandalını bütün boyutlarıyla ortaya çıkardı.

Mektup üzerine 34 eyalette geniş bir araştırma yapan HRW görevlileri, tecavüze uğrayan 200'ün üzerinde mahkûmla yüz yüze görüştü ve Amerikan hapishanelerinde şiddete dayalı tecavüzün sistemli bir biçimde sürdürüldüğünü tespit etti. Rapora göre, ABD hapishanelerinde, her yıl 140 bin erkek mahkum tecavüze uğruyor.
‘Adım Rodney Hulin. Bugün oğlum için buradayım. Yapabilseydi, kendisi de burada olacaktı. Ama olamıyor, çünkü hapishanede 17 yaşında kendini astı. Çünkü, hapishanedeki diğer mahkûmlar tarafından tecavüze uğruyordu ve buna dayanamadı. Ölümünden sonra yapılan muayenede, defalarca tecavüze uğradığı ve bu tecavüzler yüzünden AIDS olduğu tesbit edildi. Üstelik oğlum, ilk tecavüzden sonra hapishane yönetimine başvurarak koruma istemişti. Oğlumun talebi reddedildi. Bu durum, ona tecavüz edenleri daha da cesaretlendirdi. Oğlum, hapishaneye girdikten 75 gün sonra, bu teröre dayanamadığı için kendini astı.’

Bunun üzerine Human Rights Watch, çeşitli eyaletlerdeki hapishanelerde araştırmalar yapmaya başladı. Tecavüze uğramış 200'den fazla mahkûmla doğrudan görüştü. İntihar edenlerin yakınlarını ve hapishane yöneticilerini dinledi. Ortaya çıkan manzara kelimenin gerçek anlamıyla korkunçtu. Çünkü, Amerikan hapishanelerinde erkeğe tecavüz inanılmaz bir yaygınlıktaydı ve bunun kamuoyuna yansımaması için de herkes elinden geleni yapıyordu.

DİRENMEK MÜMKÜN DEĞİL
2000 yılının Aralık ayında yapılan ve dört eyaletteki yedi erkek hapishanesini temel alan akademik bir araştırmanın ortaya koyduğu rakamlar çarpıcıydı. Yedi hapishanede kalan erkek mahkûmların yüzde 21'i cinsel ilişkiye zorlanmıştı. Yüzde 7'si periyodik olarak anal ve oral tecavüze uğramıştı. 1996'da Nebraska hapishane sistemini ele alan bir araştırma da farklı sonuçlar vermiyordu. Mahkûmların yüzde 22'si cinsel ilişkiye zorlanmış, yüzde 50'si de tecavüze boyun eğmek zorunda kalmışlardı. Human Rigts'ın bu araştırmaları da dikkate alarak ulaştığı rakam, Amerikan hapishanelerinde her yıl 140 bin mahkûmun düzenli olarak tecavüze uğradığını gösteriyordu.
Örgütün ABD'yi ayağa kaldıran raporuna göre, hapishanelerin önemli bir bölümü siyahların egemenliği altındaydı. Bu hapishanelere düşen belli bir yaşın altındaki Hispanikler, beyazlar ve siyahlar, doğrudan tecavüz edilecek aday olarak görülüyorlardı. Yaşları genç, ufak-tefek ve fiziksel olarak güçsüz olan mahkûmlar, kısa sürede kıdemli mahkûmlar tarafından paylaşılıyordu. Genç mahkûmlar, başlangıçta tecavüze direnmek isteseler de, anında şiddet devreye giriyordu. Hele eşcinsel olanlar ya da efemine bir görüntü sergileyenler için hiçbir kurtuluş umudu yoktu.
İşin daha da ilginç yanı, tecavüz edilen mahkûmlar bir süre sonra diğer mahkûmlara satılıyor veya kiralanıyordu. Mütecaviz mahkûmların büyük bir çoğunluğu mafya mensubu olduğundan, şiddet konusunda hayli deneyimliydiler. Bu nedenle, tecavüzle yetinmeyip kurbanları üzerinde her türlü şiddet eğilimlerini de gideriyorlardı. Söz gelişi, yine Texas'ta Randy Payne, aynı koğuşta bulunan yirmi mahkûmun cinsel ilişki talebini reddettiği için iki saat boyunca dövülmüş, başına aldığı darbeler dolayısıyla da bir-iki gün içerisinde ölmüştü.
Human Rights Watch yetkilileri, erkeğin erkeğe tecavüzü konusunda kamuoyunda yeterince duyarlılık olmadığından şikayet ediyorlardı. Çünkü, bu konu tabu olarak kabul ediliyordu. Bu nedenle, bu konuda resmi bir istatistik veya rapor da yoktu. Son on yılda hapishanelerdeki mahkûm sayısının katlanarak artması ise sorunun boyutlarının aynı ölçüde büyümesine sebep olmuştu.
TEKSAS VE FLORIDA BAŞTA
Human Right Watch yetkililerin yaptığı araştırmaya göre, hapishane görevlileri, yaşananlara, ‘‘mahkûmlar arasında gönüllü cinsel ilişki’’ nazarıyla bakıyor ve bu nedenle, Amerikan hapishanelerinde bir ‘‘tecavüz sorunu’’ olduğunu kabul etmeye yanaşmıyorlardı. Hapishaneler Federal Bürosu ise sadece Teksas, Ohio, Florida gibi eyaletlerde ‘‘münferit’’ olaylar görüldüğünü söylüyor, Human Rights Watch'dan, meseleyi abartmamalarını istiyorlardı. Örgütün önlerine koyduğu 140 bin rakamı ise ağızların açık kalmasına sebep oluyordu doğal olarak.
Kadın ismi takılıyor
Human Rights Watch'un raporuna göre, Amerikan hapishanelerinde adı çıkan bir mahkumun bir daha kendini kurtarmasına imkán yok. Çünkü, tecavüze uğrayan mahkum bir başka hapishaneye sevkedilse bile, kendisinden önce ‘‘şöhreti’’ gidiyor. Bu nedenle, kaçış veya kurtuluş mümkün değil. Tam tersine, bir kere tecavüze uğrayan, tam anlamıyla bir köle gibi kullanılıyor. İstendiği zaman cinsel ilişkiye girmenin yanısıra, mütecavizin elbiselerini yıkamak, yemeğini pişirmek, yatağını toplamak, hatta masaj yapmak gibi işlerde de kullanılıyor. Sık sık, diğer mahkumlara kiralanıyor veya satılıyor. Ayrıca, asıl isimleri bir kenara bırakılarak kendilerine kadın ismi takılıyor. Rapor, tecavüz edilen kişilerin yaygın bir biçimde köle muamelesine tutulduğu hapishanelerin daha ziyade Texas, İllinois, Michigan, California ve Arkansas eyaletlerinde bulunduğunu da belirtiyor. Rapor ayrıca, tecavüze uğramış mahkumların, fiziksel ve ruhsal açıdan bir daha toparlanamadığını, bir çoğunun intihar ettiğini, kurtulanların ise yaşadıkları travma ile başedemediklerini de ortaya koyuyor. AIDS'in büyük bir hızla yayılması ise bir diğer önemli problem.

15 Ağustos 2010 Pazar

Küba Yazarlar Birliği Başkanı Nancy Morejón ile Küba Edebiyatı Üzerine Söyleşi


Nancy Morejón, Küba’nın ulusal lideri, edebiyatçı, şair Jose Marti’yi yetiştiren topraklarda, Küba’da, 1944 Ağustos’unda dünyaya geldi. Küba’da devrimin olduğu yıl henüz 14 yaşındaydı. Devrimden iki yıl sonra da ilk şiir antolojisi yayınlandı. Karaiblerin ilk siyahi kadın edebiyatçısı olduğunu vurgulayan Nancy, bunun devrimle gelen önemli bir fırsat olduğunun da altını çiziyor. Şanslıyız ki, Nancy’nin bu özellikleri onu İstanbul’a Tüyap Kitap fuarına kadar getirdi.

Nancy, tütün işçisi bir babanın ve terzi annenin tek çocuğu olarak Havana’da dünyaya geldi. Anne tarafı köklerinin Çin ve Avrupa’ya kadar uzanması, babasının da Afrika kökenli olmasının getirdiği çok kültürlülük onun bütün edebi eserlerine, özellikle şiirlerine yansıdı. 14 yaşında tanıştığı Devrim, ona daha önce hiç ulaşamadığı ve onun gibilerin dışlandığı, eğitim, kültür ve sanatsal faaliyetlerin kapısını araladı. Havana Üniversitesi’nde Fransız Dili ve Edebiyatı eğitimi aldı. Arthur Rimbaud, Paul Éluard, René Depestre gibi birçok Fransız edebiyatçının eserlerini Küba’ya kazandırdı. Küba Komünist Parti’sinin aktif bir üyesi olmamasına rağmen, hem devrimin onun entellektüel hayatına kattıklarının hem de kendisinin ülkenin entellektüel birikimine yapacağı katkıların farkındaydı. Küba’yı terk eden meslektaşlarının aksine, o köklerine, özellikle de Afrikalı geçmişine bağlı kaldı.
Bugün gelinen noktadaki durumu “Yeni Dünya’da artık öz İspanyol ya da Afrika denilen bir şey yok; biyolojik ve kültürel olarak yaşanan birleşmenin sonucu her ikisinin de özelliklerini taşıyan yeni Afro-Hispanik kültürden bahsedilebilir” sözleriyle anlatan Nancy’ye göre, kendinden önceki dönemde, Afro-Hispanik kadınlar ırk, cinsiyet ve sosyal sınıfları nedeniyle zaten yokmuşcasına yaşıyorlardı, edebiyat alanında olabilmeleri de söz konusu bile olamazdı. Devrim'in Karaiblere yayılmasıyla seslerini duyurmaya başlayan kadınlar, Nancy’nin öncülüğünde ilk edebiyat ürünlerini de vermeye başladılar. İlk kitabı 1962’de yayınlandı. Bunu 12 koleksiyondan oluşan bir şiir serisi, 3 monografi, 1 oyun ve 4 ciltlik Küba ve Karaibler tarih ve şiir antolojisi izledi. Yazdığı birçok şiir antolojilerde, edebi dergilerde ve medyada yer aldı. Eserleri 10 dile çevrildi.
Nancy 7 yıl boyunca Latin Amerika Edebiyat Birliği - Karaibler Bölümü’nün yöneticiliğini yaptı. Küba ve ABD arasındaki seyahat olanaklarını neredeyse imkansızlaştıran Bush Yönetimine kadar da ABD’ye sık sık giderek üniversite ve enstitülerde ders ve seminerler verdi. Çalışmalarının büyük bölümü 2003 yılında, ABD’de “Wayne State” Üniversite Yayınları adlı yayınevince basıldı.
Halen “Küba Yazarlar Birliği Başkanı” olan Nancy Morejon ile Jose Marti Küba Dostluk Derneği’nde buluşup konuştuk. İstanbul’a yaptığı bu ziyaretin ona Nazım Hikmet’i hatırlattığını söyleyen Nancy’ye göre, Küba ve Türkiye arasındaki ilk kültür bağı Nazım. Nazım’la hem Küba’da, hem de Arjantin’de karşılaşma fırsatı bulmuş. Nancy’nin Türkiye ile ilgili ilk düşünceleri de bu dönemde ortaya çıkmış. Türkçe’de ilk duyduğu kelime “Mehmet” olmuş, Nazım’ın oğlunun ismi!

Küba Kültürü nedir, nasıl tariflersiniz? Nasıl ortaya çıkmıştır, tarihçesi nedir? Bu kültürün oluşumu ve gelişiminin sizin üzerinizdeki etkileri neler?

Küba Kültürü, çok kültürlü olarak tanımlanabilecek Karaib kültürünün bir parçası. Nikolas Gianni de bu köklü kültürün en güzel temsilcilerinden biri. Çok kültürlü olunmasının bir temel nedeni bu bölgenin yüzyıllar boyunca, İspanyollar ve batılılar tarafından sömürge olarak kullanılmış olması. Sadece İspanyol kaşif Kristof Kolomb’un değil, Fernando Ortiz ve Alman Alexsandar Rumbo’nun da bu çok kültürlülüğe katkıları büyük. Kolomb’un bu bölgeyi, Küba topraklarını, keşfedip keşfetmediğine dair Küba’da, 1992’de büyük bir tartışma oldu, öyle ki sonuçta, Kolomb’un aslında adayı ziyaret eden bir turist olduğuna karar verdik. Şimdi İstanbul’da bulunduğum için kendimi kentinizi keşfetmiş biri sayabilir miyim? Ya da İstanbul’un hepsi benim dersem mantıklı olur mu? Bir yeri keşfetmekle, işgal etmek arasında önemli bir fark var. Kolomb yalnızca bir kaşifti ve işgalcilerden biri değildi. Zaten öldüğünde de çok fakirdi. Kolomb’dan sonra adaya Vali olarak gönderilen Velasquez gerçek bir işgalciydi. Topraklarımızda bulunan ikinci önemli kaşifse Rumbo adlı bir Almandı. Antil Adalarının antropolojisini, arkeolojisini keşfederek önemli bir hizmette bulundu. Yazdığı kitap sayesinde kendimize ait bilinmeyen birçok konuyu öğrenmiş olduk. Antropolog, Avukat ve Dilbilimci üçüncü kaşif de Ortiz. İki yıl kaldığı Küba’da, bizim gözümüzde, Küba’yı gerçekten keşfeden bir kaşif oldu. Ortiz’in keşifleri Afrika kültürünün Küba kültüründe edindiği yeri betimlemesi açısından çok önemli. “Köle Siyahiler” adında yazdığı bir kitabı var. Bu kitaptan kölelik tarihiyle siyahilerin dini inançlarının değişimi arasındaki bağı ele alınıyor. Baskıcı kölelik sistemi, Afrika kökenli inanç sistemlerini de zorla değiştirmeye çalışmıştı. Nikolas Gianni de bu karmaşık yapının çözümleyicisi ve Ortiz’in takipçisi oldu. Alberto Gomez de Jose Marti’nin yakın arkadaşı olarak Küba tarihinde yer alıyor. Dolayısıyla, Ortiz, Gomez ve Marti Küba Kültürü’nün temelini oluşturan isimler olarak karşımıza çıkıyor.
Küba Kültürü, İspanya ve Afrika kültürlerinin bir arada olduğu çok güçlü bir birleşimdir ve melezdir. Dışardan bakıldığında bazen İspanyol, bazen de Afrika’nın baskın olduğu düşünülürse de aslında herhangi birinin ötekine baskın olması kesinlikle söz konusu değil. Irkların ve kültürlerin harmanlandığı tam bir bileşim. Ülkemizde en batıdaki Pinar Del Rio’dan en doğudaki en uzak köşeye kadar herkes İspanyol’ca konuşuyor. Sadece Sierra Maestra farklılık gösteriyor. Orada Haiti’den kaçan göçmenlerle şeker kamışı hasadında mevsimlik çalışmaya gelenler farklı bir dil konuşuyorlar. Santiago De Cuba’da Haiti anadilinin konuşulduğunu da görebilirsiniz ama bunlar anadillerinin yanı sıra İspanyolca’yı da iyi bilirler. İşin özü, Küba’da doğan herkes Kübalıdır; ikinci, üçüncü nesil gibi ayrımlar yoktur. Bu yüzden Latin Amerika edebiyatıyla doğrudan ilgimiz var çünkü aynı dili konuşuyoruz. Giani Afrika ve İspanya köklerimizi en iyi sentezleyen bir ulusal şairimizdir. O, İspanya’dan gelen Avrupa kültürünü de hiç reddetmedi. Ama eserlerinde asıl odaklandığı nokta Afrika-Köle kültürü. Küba Kültürü tarihine yakından baktığımızda, bütün bir 19. yüzyılın kölelikten kurtuluş ve ulusal mücadele için harcandığını görürüz. Babası Kanarya Adaları’ndan gelen bir polis olan Jose Marti adaya geldiğinde henüz 8 yaşında bir çocuktu. İlk gördüğü şey kamçılanan siyahlar oldu ve bu gördüklerini hayatı boyunca hiç unutmadı. Zaten ilk kitabı da bununla ilgili. 1800’lerin sonundaki savaş dönemi aslında Küba Ulusu’nun temellerinin atıldığı dönem olarak adlandırılır. Jose Marti ve Antonio Maceo bu dönemi niteleyen iki önemli figürdür. O dönemde köle ticaretini İngilizler yapıyordu. O dönemde görülen birçok karşı hareket kölelik düzenine değil, aslında kölelerin getirilişine karşı çıkmak üzere yapılıyordu. Asıl Devrimci hareket köleliğe topyekün karşı çıkanlar tarafından başlatıldı. Jose Marti’nin bir sözü bu hareketin tam anlamını ortaya koyar: “Bir Kübalı, bir beyazdan, siyahtan ve melezden daha üstündür.” Bu sözle Marti, Küba’nın bütün bu ırkların karışımından oluştuğunu ve birbirine üstünlük sağlayamayacağını vurgular. İşte tüm bunlar Küba ulusu ve kültürünün de oluşum temelleridir.

Geçen yıl Küba Edebiyatının 400. yılı kutlandı. Bu süreçte Jose Marti’nin, Nicholas Giani’nin, komünist birçok şairin bugünkü beni oluşturduğunu söylemek mümkün. Şiir bizim için bir bayrak gibidir. Örneğin Marti’nin şiirleri Moncada Kışla Baskını’nın tetikçisidir.

Babanız gemici olduğundan ABD’ye gidip gelirmiş ve Jazz müziği çok severmiş. Jazz’ın yaptığınız edebiyata etkisi oldu mu?
(Gülüşmeler) Hayır hayır olmadı… Babam bir zamanlar Luis Armstrong’la çaldığını da söylerdi. Nat King Cole da dinlerdi ama Jazz’ın edebiyatıma etkisi olduğunu söyleyemem. Küba Kültürünün özünü Küba Müziği belirler. Küba Müziği, Jazz’ı etkilemiş olabilir. Örneğin; ABD’de kullanılan Konga vurmalı çalgısının da, Küba Tamburu’ndan geldiği söylenebilir. O enstrüman da Afrikalı kölelerle Küba’ya ulaşmıştı. Giani’nin şiirlerinde sokak çalgılarının motiflerini görüyoruz. Aslında “Kübanidad” denilen bir bileşimden sözedilebilir, Tambur Afrika’dan, Gitar İspanyollar’dan, Ud Araplardan… Bunların tamamının çalındığı bir ülke düşünün.
Jose Marti ve Maceo’nun 19.yy edebiyatına etkisini görüyoruz. Peki Che, Fidel gibi çağdaş liderlerin edebiyata etkileri nedir?
Küba edebiyatının da bugünkü çağdaş yaşamı yansıtan bir edebiyat olduğunu düşünüyorum. Hikayecilerimizin Hamingway’den ve Marquez’den etkilendiğini söylemek mümkün. Casa De La America’nın (Amerikan Evi) bu konuda oldukça fazla çalışması var. Buradaki belgelerde ve kolajlarda Küba edebiyatının etkilendiği olguları görmek mümkün. Che ve Fidel sadece edebiyatımızı değil bütün hayatlarımızı etkilemiştir. Che bir efsanedir ve bugün bile dünya için yaşamasına ihtiyaç vardır. Edebiyat ve resim sanatında 1960’lardan beri, Che ve Camillio konulu çok fazla eser verildi, veriliyor. Onlar birçok sanatçıya esin kaynağı oldular, olmayı da sürdürüyorlar. Örneğin, ben Camillio’nun bağımsızlık savaşında Pinar Del Rio’da bulunmasından oldukça etkilenmiştim. Bu nedenle, anma etkinliklerinde onun şiirlerini okumayı hâlâ sürdürüyorum.

Bush yönetimine kadar ABD’ye kültürel etkinlikler için gidip geliyordunuz. Fakat Bush’un seyahat yasaklarından sonra bu yolculuklara önemli sınırlamalar getirildi. Yeni Başkan Obama’nın Afro-Amerikan kökenli olmasının Kübalı edebiyatçıların ABD’ye yapacakları yolculuklara bir kolaylık getireceğini düşünüyor musunuz?
Irak savaşı süreci neo-faşist bir süreçti. Bush dialog için bütün olanakları yıktı. Irak savaşında zaferini ilan ettiği tarihte Teksas’taydım. Savaş ilan edildiğinde ve Bağdat’a bombalar yağmaya başladığında, Miami’de sokaklarda “Bağdat – Havana – Bağdat – Havana ….” sloganları atıldı. Bu sloganları atanlar, Bağdat’a atılan bombalardan Havana’ya da atılmasını istiyordu. 2003’te yaşanan bu olay, Bush’un neleri yıktığını gösteren güzel bir örnektir. Barış ödülü alan Obama’nın Bush’dan bir farkı olması için, farklı birşey yapması gerekir, ablukanın hafifletilmesi, Guantanamo hakkındaki düzenlemeler gibi… Ama henüz böyle birşey yok! Ne olacağını da sadece Tanrı bilir.

Şiir sizin için nedir ?
Bir ateştir. İlhama çok inanıyorum ama sezgilerime de güveniyorum. Şiir sözcüklerle yazılır. Öte yandan şiir yazmak için felsefeden, günlük olaylara kadar çok şeyin okunması gerekir. Tam o yaratım anında, sadece beyaz bir sayfa vardır ve o beyaz sayfa korkusunu yenmek gerekir. Birkaç satır yazdıktan sonra şiiri biraz bekletmek ve geri döndüğünüzde kelimelerle dolu olan sayfada tekniğinizi konuşturmak gerekir. Hiçbir zaman programlı olarak şiir yazılabileceğine inanmıyorum. O yüzden sone yazmak için belli bir maaşın verildiğini tahmin etmiyorum. Her gün şiir yazamazsınız. Şiir ya oluşur ya da oluşmaz, bunun bir zamanı olamaz. Yazarken kendinizi küçük bir tanrı gibi görmeniz de yersizdir; şiiri her yerde yazabilirsiniz. Gördüğünüz her şeyden bir şiir çıkartabilirsiniz. Duygusallığın ve düşüncenin şiirin oluşmasında ayrılmaz iki bileşen olduğunu düşünüyorum.

Küba Devrimiyle gelen değişim süreci Nancy’ye değişik penceler açma fırsatı sunmuş. Nancy’nin şiirleri tarihi bir bellek hizmeti görüyor ve Nancy’nin kişiliğinde, siyahların geçmişte yaşadıklarının günümüze aktarılmasına aracılık ediyor. Nancy’nin ulusalcılık ve kimlik anlayışı da önemli. Afro-Kübalılığı kültürel bir kimlik olarak algılıyor. Şiirlerinde zamansallık hakim; geçmişe gidiş günümüze geliş ve insanın, toplumun dönüşümü…

Röportaj:Cüneyt Göksu

8 Ağustos 2010 Pazar

Teşhir

Teşhir : Etiketin Arkasındaki Gerçek












Düşük ücretle,sendikasız,denetimsiz iş yerlerinde üretim sorunu, tüm ülkede özellikle üniversitelerde hararetle tartışılmaktadır,çünkü gençlerin satın aldığı ürünleri üreten insanlar da gençler,yani ikisinin arasında doğrudan bir ilişki var.Dünyada birçok bölgede iş gücü 16 ila 25 yaş arasındaki insanlardan oluşuyor ve bunların yüzde 80’inden fazlası da kadın.Bu yüzden üniversitelere gittiğimde,öğrenciler bu işçilerin kendileriyle aynı yaşta,genelde daha da genç olduklarını görebilsin diye yanımda fotoğraflar götürüyorum.


Öğrencilere eve gidip dolaplarına bakmalarını söylüyorum.Baktıklarında,ABD’nin satın aldığı giysilerin yüzde 70’inin Bangladeş,Çin ve Meksika’dan ithal edildiğini göreceklerdir. Spor malzemelerinin yüzde 80’i ve spor ve diğer ayakkabıların yüzde 902ı ithal mallardır. Küresel bir ekonomide olduğumuzu biliyorum,ama hiç durup da bu ürünleri kimin,hangi koşullar altında ürettiğini düşündünüz mü ? Bu gömleği yapan insan kaç yaşında ? Ona ne ücret ödeniyor ? Haklarına saygı gösteriliyor mu ? Nasıl yaşar ? Ne yer ? Bu fabrikadaki insanlar neden bu kadar genç ? Neden şirketler bu insanların ana babalarını veya onlardan büyük olan kardeşlerini çalıştırmıyor ? İşçilerin örgütlenme hakları var mı ? Toplumun dönüşebilmesi bu sorgulama süreciyle mümkündür.
Gençlerin rolü,ciddi sorular sormak ve sesi duyulmayanların sesi olmaktır.Eğer şirketler insan haklarıyla ile kadın haklarına saygı duymaktan ve adil ücret ödemekten sorumluysalar,gençlerin buna müdahale edip güçlerini kullanmaları gerekir.Örneğin,büyük bir şirket bir sendika tarafından eleştirildiğinde,büyük medyaya dönüp ‘Sendikaların söylediği hiçbir şeye inanmayın,bize saldırmak için para alıyorlar,onların işi bu’ diyebiliyor.Medya buna inanıyor.İnanmaya o kadar eğilimli ve ön yargılı ki,bu inanılmaz bir şey. Ama öğrenciler şirketlere gidip aynı soruyu sorduğunda,şirketler onları gösterip ,’Bunlar bize saldırmak için para alan özel bir çıkar grubudur,sadece para peşindeler’ diyemez.











Her yıl Ulusal Emek Komitesi(NLC) New York’ta izinli bir tatil günü yürüyüşü ve meşaleli bir gösteri düzenliyor.Niketown’ın önünden yürüyüşe başlıyor ve Beşinci Cadde’den geçerek Rockefeller Center’daki ünlü yılbaşı ağacına kadar yürüyoruz.Geçen yıl 3500 kişi geldi,bunlardan 2000’i lise öğrencisiydi.Hiç kimse böyle bir şey görmemişti.Şirketleri,bu kadar öğrencinin Beşinci Cadde’de yürümesi kadar korkutan hiçbir şey yoktur.

Aslında NLC boykotu savunmamaktadır.Dünyadaki neredeyse her işçi,çalışıp sömürülmenin işsizlikten daha iyi olduğunu söyler. Tabi ki Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığına veya Birmanya ‘da ki askeri diktatörlüğe karşı yapılan boykotları destekliyoruz ama Çin,Honduras ve Nikaragua’da ki fabrikalara karşı yapılanları desteklemiyoruz.
Bahsettiğimiz şartlarda çalışan işçilerin genelde haklarını bilmediklerini fark ettim. Silahlı bekçilerin koruduğu 5 metre boyundaki metal kapıların ve dikenli tellerin ardına kilitlenmiş halde tuzağa sıkışıp kalmışlar. Adına çalıştıkları ABD şirketlerini hiç duymamışlar,üzerlerinden ne tür karların elde edildiğini ve dünyanın başka yerlerinde ne ücretler ödendiğini bilmiyorlar.
El Salvador’da 79 bin kişinin çalıştığı ve yılda 600 milyon elbise üreten 229 fabrika var. Burada çalışanların yüzde 83’ü kadın ve bu kadınların yüzde 50’si bekar anneler.Uygulanan hamilelik testlerine,masraflarının sadece üçte birini karşılayan 60 sent saat ücretine,zorla fazla mesai yapmalarına,baskılara,kirli suya ve her çeşit hor görülmeye karşın tüm ülkede sadece bir tane sendika var.
       İşçileri ezildiklerini biliyorlar tabi. Ülkelerinde geçerli olan yasal haklarının tümünü bilmiyor olabilirler ama son dakikada haber verilecek fazla mesai yapmaya zorlanamayacaklarını biliyorlar. Tuvaleti kullanmaya hakları olduğunu biliyorlar.(Genelde fabrikalarda günde iki kez tuvalete gitmeye hakları var.)Yüzlerine tükürülmemesi gerektiğini veya dövülmemeleri gerektiğini de biliyorlar.


 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Kampanyamızın ilk ilkesi gelişmekte olan dünyada işçilere saygı gösterilmesini ve adaleti sağlamaktır. Bu, devasa boyuttaki işsizlik nedeniyle çok zordur. Örneğin Nikaragua’da kadınlara,onların işini almak için sırada bekleyen 200 kişi olduğu söyleniyor. Patronlar kadınlara ‘ Sana ihtiyacım yok,benim için bir hiçsin,bok kadar kıymetin yok’ diyorlar ve aslında şunu söylüyorlar : ‘Git kendine bir mini etek bul çünkü buradan ayrılırsan sokakta fahişelik yaparsın.’


Boykotları savunmamamın bir başka nedeni ise,insanlara neyi satın alıp neyi almayacağını söylemeye hakkımız olmadığını düşünmemdir. Bu ülkede saatte 12 dolardan daha az kazanan insanların Wall- Mart’dan başka bir yerden alışveriş etme şansları yok. Yoksulluğun sınır tanımadığını unutmamalıyız.

Bu yüzden içinde bulunduğumuz zor bir durumdur. En zor tarafı ise insanların konuyu fark edip ‘ Öyleyse ne satın alabiliriz ? İyi şirketler hangileridir ? ‘ diye sormalarıdır. İyi şirket yoktur. ‘Güç yozlaştırır,mutlak güç mutlaka yozlaştırır’ deyişi,bu kadar uzun süre dibine kadar vahşi rekabetin içine batmış şirketler için doğrudur.

Buna karşılık Ulusal Emek Komitesi,insanların alışveriş yaptıklarında mağazaların yönetimlerine bırakmaları için ‘Benim Umurumda’ yazılı alışveriş kartları bastırdı. Bu kartların amaçlarından biri de insanların endüstrinin uygulamalarını açığa çıkarmak için bunların kamuya açıklanmasını desteklemelerini sağlamaktır.

Öğrenciler fabrikalara gidip makineli tüfekleri,pompalı tüfekleri ve tabancaları gördükten sonra endüstrilerin iş yeri uygulamalarını kamuya açıklaması konusuna destek arttı. Dikenli telleri, kilitli kapıları ve küçük gözetleme deliklerini gördüler.Bu şirketlerin gizleyecek bir şeyleri olduğu çok açıktı.

Öğrenciler buna karşılık 1998’ de United Students Against Sweatshops’u (USAS),(sweatshoplara Karşı Öğrenci Birliği) kurarak karşılık verdiler. Bugün USAS’ın tüm dünyada 200 ‘den fazla kampusta faaliyeti var ve ABD’de ki en güçlü insan hakları hareketidir. Bununla karşılaştırılacak başka bir hareket göremiyorum.Bu,canlı ve büyüyen bir hareket. Daha da derinleşmesi gerekiyor.Gelişmekte olan dünyayla çalışmanın daha iyi yollarını bulmalıyız ama şu anda bile önemli bir etki yaratmaktayız. Uluslar arası Emek Örgütü bize ,bu kampanyaları nereye kadar götüreceğimizi görmek için,bütün gözlerin USAS ve Ulusal Emek Komitesi’nin üzerinde olduğunu söylüyor.

Bugün işin zor kısmı,somut çözümler buluncaya kadar hareketi canlı tutmaktır.İş yeri sömürüsü ve çalışma koşullarını açığa çıkartmak konusunda çok yol kat ettik,bu büyük başarıydı.Çocuk emeği ve açlık sınırındaki ücretler artık daha fazla saklanamaz.Ama uygulanabilir çözümler bulana kadar,bu korkunç koşulları eleştirmeye devam etmekten başka bir şey yapamayız.

Şirketlerin bize cevap vermek zorunda olduğunu düşünüyoruz.Bizden korktuklarını biliyoruz,çünkü bu,Amerikan halkının kalbini ve aklını kazanmak için yürütülen bir savaş.Bunun şirketlerin doğru olanı yapması için yürütülen vicdani bir kampanya olduğunu biliyorlar. İşçilere saygılı davranabilirler.Onlara daha iyi ücretler ödeyebilirler. İnsan hakları, kadın hakları ve işçi hakları tanınmalıdır ve tanınacaktır.
     
     Charles Kerneghan,işçi haklarının,,özellikle de Karayipler,Çin ve diğer az gelişmiş ülkelerde Abd ‘ye ihraç edilmek üzere elbise ve başka ürünler üreten kadın işçilerin haklarının korunması üzerine odaklanmış.Kar amacı gütmeyen,bağımsız bir insan hakları örgütü olan Ulusal Emek Komitesi’nin başkanıdır.

Her ne kadar şirketler ve medya buna inanmamızı istese de ticari bir şirketler dünyası,doğal bir durum değildir.Öyle olsaydı,sürekli reklam bombardımanına gerek kalmazdı !

Te recuerdo Amanda




















Te recuerdo Amanda – Seni Anımsıyorum Amanda


Te recuerdo Amanda                       Seni anımsıyorum Amanda,
la calle mojada                                 ıslak caddeyi,
corriendo a la fábrica,                      fabrikaya koşmanı
donde trabajaba Manuel                 hani Manuel’in çalıştığı

La sonrisa ancha                             Ağız dolusu gülüşünü,
la lluvia en el pelo,                          saçlarında yağmuru;
no importaba nada,                        dert etmeden hiçbir şeyi
ibas a encontrarte                          onunla buluşmaya gidişini,
con él, con él, con él, con él,          onunla,onunla,onunla...

son cinco minutos,                         Beş dakikası
la vida es eterna                            sonsuz yaşamın;
en cinco minutos,                          beş dakika içinde
Suena la sirena,                            sirenler çalar,
de vuelta al trabajo,                      başlar işten dönüş,
y tú caminando                             ve sen yürürdün
lo iluminas todo,                           her yanı ışıklandırarak,

los cinco minutos te hacen florecer   beş dakikada çiçekler açtırarak


                                                    Seni anımsıyorum Amanda,
                                                    Vurup gitmişti dağlara
                                                    Hiçbir iz bırakmadan,
                                                    vurup gitmişti dağlara
                                                    ve beş dakika içinde
                                                    bir eser kalmamıştı ondan.

                                                    Sirenler çalar
                                                    Başlar işten dönüş ;
                                                    Pek çokları dönmezler
                                                    Manuel’se hiç.

                                                   Seni Anımsıyorum Amanda
                                                    Victor JARA

1 Ağustos 2010 Pazar

Zapatista Hareketinin Kısa Tarihi

















Zapatista Ayaklanması resmi olarak 1 Ocak 1994’te,sermayenin küreselleşmesi taraftarları ve onların emirlerini yerine getiren hükümetlerin NAFTA’yı yürürlüğe koyduğu gün başladı.1111 yerli topluluğunu temsilen yerliler ayaklandı ve beş önemli şehri ve kasabayı işgal etti.Talepleri geçmişteki yerli hareketlerinin çoğunun taleplerine benziyordu:Okul ve öğretmen istiyorlardı,hastane ve doktor istiyorlardı.Daha fazlasını da istiyorlardı.Dillerini,yerel geleneklerini,çevrelerini ve kültürel değerlerini yoksulluk ve topraklarından sürülmeleri karşısında korumak istiyorlardı.Bunu,kimse kendini karar alma sürecinin dışında hissetmesin diye tüm topluluğun sesini duyuran bir tarzda yapmak istiyorlardı.Zapatistalar bunu ‘birçok dünyayı içine alan bir dünyanın yaratılması’ olarak adlandırıyordu.


Hükümet bu taleplere kulak vermek yerine şiddet ve baskıyla karşılık verdi.12 gün boyunca sokaklarda silahlı çatışmalar sürdü ;Mexico City’de,ordu ve polisin yerlilerin topraklarından çekilmesini talep eden büyük bir protesto düzenlediğinde nihayet ateşkes ilan edildi.Ateşkes teknik olarak bugüne kadar bozulmadı.Zapatistalar tek bir kurşun sıkmadı.Meksika devlet başkanı askeri birlikleri göndererek bir sürü insanı evlerinden sürdü.Birçok insan tutuklandı,bazıları hala cezaevindeler.İnsan haklarını savunmak veya kalkınma projeleriyle yoksullukla mücadele etmek isteyen insanlar Meksika’dan sınır dışı edildiler.Diğerleri saklanmaya başladı.Basın hikayeyi hükümetin ağzından anlatmadığı sürece sessiz kalması yönünde denetlendi ve maniple edildi.ABD destekli Amerikan okullarında(Fort Bening,Georgia’da) eğitim alan subaylar tarafından paramiliter birlikler oluşturuldu,eğitildi ve silahlandırıldı.Bu birlikler binlerce insanı daha evlerinden,topraklarından sürerek bir terör dönemi başlattılar.

1996 Şubatı’nda hükümet ve Zapatistalar arasında San Andres Anlaşması imzalandı.Bu anlaşma yerli topluluklarına,kendi yönetim biçimlerini belirleme,yerli yasaları doğrultusunda bir adalet sistemi oluşturma ve yerli dilinde eğitim verme hakkı tanıyordu.Yerlilere uğruna savaştıkları şeyin bir kısmını,toprakları üzerindeki egemenliklerini veriyordu.Tek kelimeyle söylemek gerekirse,özerklik tanıyordu.
Fakat,Ernesto Zedillo’nun başkanlığındaki Meksika hükümeti imzaladığı anlaşmayı yürürlüğe koymadı.Bunun yerine Zedillo,sivilleri hedef alan ve Chiapaneco yerli topluluklarının silahlanmasıyla sonuçlanan bir savaş stratejisi izlemeyi tercih etti.Büyük oranda şehirlerdeki işsiz gençlerden oluşturulan para-militer birlikler ordu ve eyalet polisi tarafından eğitildi.Gazeteciler hedef alındı ve Chiapas hakkında haber yapmamaları yönünde baskı yapıldı.Tüm dünyadan gelen yüzlerce insan hakları eylemcisi Meksika’dan sınır dışı edildi.

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Zapatistalar 1996 Kasımında saldırgan hükümetle görüşmeyi kestiler ama sakinliklerini korudular ve özerk bir şekilde kendilerini örgütlediler.Askeri saldırılara dayandılar.Meksika içinde ve uluslararası çapta dostluklar kurmaya ve San Andres Anlaşmasının yürürlüğe konmasını talep etmeye devam ettiler.


2001 yılında ,Chiapas’tan Mexico City’nin merkezine doğru bir Zapatista kafilesi yola çıktı.Yolda on binlerce insanla buluştular ve sonunda Meksika meclis binasının önünde konuşma yaptılar.Anlaşmanın yürürlüğe konacağı umudu hiç bu kadar artmamıştı.Meksika Senatosu ve Meclisi ilk yasa tasarısının kapsamını daralttı.San Andres Anlaşmalarında kabul edilen temel hakları,yerli topluluklarının demokratik özerkliğini tanımadı.Ulusal Yerli Meclisi ve Zapatistalar,Meclis tarafından Meksika halkının demokratik iradesine ihanet edildiğini öne sürerek bu yasa tasarısını derhal reddettiler…

Jose(Tijeritas) bu videodan sonra ayrı bir anlam kazandı:En güzel dans eden İspanyol kuşu seçiyorum onu

25 Temmuz 2010 Pazar

La casada infiel - Zina





















A Lydia Cabrera y a su negrita              Lydia Cabrera ve küçük zenci kızına


Y que yo me la lleve al río                    Irmak kıyısında yattım onunla.
creyendo que era mozuela,                   Evli olduğunu bilemezdim ki,
pero tenía marido.                                 evliymiş,kocası varmış oysa

Fue la noche de Santiago                      Santiago’daydım,loş bir geceydi,
y casi por compromiso.                        sözleştik,buluşma yerine geldi.
Se apagaron los faroles                         Sokak lambaları karardığında,
y se encendieron los grillos.                ışık saçarken cırcırböcekleri.
En las últimas esquinas                         Köşede,en son yol kavşağında
toqué sus pechos dormidos,                 avuçladım uyuyan memelerini,
y se me abrieron de pronto                   göğüsleri açıldı benim için
como ramos de jacintos.                      sümbül çiçeğinin dalları gibi.
El almidón de su enagua                       Fırfırlı etekliğinin kolası
me sonaba en el oído,                           hışırdıyordu kulaklarımda,
como una pieza de seda                        on iki bıçağın aynı zamanda
rasgada por diez cuchillos                    parçalayıp yırttığı ipek gibi.
Sin luz de plata en sus copas                Büyüyordu yolların kıyısında
los árboles han crecido,                       ağaçların dorukları,ışıksız
y un horizonte de perros                      ve köpekle dolu bütün bir ufuk
ladra muy lejos del río.                        havlıyordu nehirden uzaklarda.

Pasadas las zarzamoras,                       Dikenleri,katırtırnaklarını,
los juncos y los espinos,                     böğürtlenleri geçtiğimiz zaman
bajo su mata de pelo                            dalıyor topuz yaptığı saçları
hice un hoyo sobre el limo.                bir çukur açıyor ıslak toprakta.
Yo me quité la corbata.                       Ben boyun bağımı çıkarıyorum.
Ella se quitó el vestido.                      O çekiyor eteğini yukarı.
Yo el cinturón con revólver               Ben palaskamı çıkarıyorum.
Ella sus cuatro corpiños.                    Onun korsesi iniyor aşağı
Ni nardos ni caracolas                        Ne sümbülde ne de salyangozda var
tienen el cutis tan fino,                       böylesine yumuşak,narin bir ten,
ni los cristales con luna                      ne de ayın altındaki billurlar
relumbran con ese brillo.                   ışık saçabilir böyle inceden.
Sus muslos se me escapaban              Kalçaları altımda kayıyordu
como peces sorprendidos,                 ürkek alabalıklar misali,
la mitad llenos de lumbre,                  bir yanı alev alev yanıyordu,
la mitad llenos de frío.                       öbür yanı soğuktu,buz gibiydi
Aquella noche corrí                            Gece gördü,tanığım oldu gece,
el mejor de los caminos,                    ne yaman at gezintisiydi,ne sonsuz,
montado en potra de nácar                 binip sedeften bir tayın üstüne
sin bridas y sin estribos.                    gidiyordum dizginsiz,üzengisiz.
No quiero decir, por hombre,            Erkeğim ben, yineleyemem burda
las cosas que ella me dijo.                 onun söylediği şeyleri,
La luz del entendimiento                   dikkatli ol diyor sağduyum bana,
me hace ser muy comedido.              ne söylenir ne söylenmez bilmeli.
Sucia de besos y arena,                      Öpücüklere, kumlara batmıştım,
yo me la lleve del río.                        suyun kıyısından çıkardım onu.
Con el aire se batían las                    Gecenin meltem yeline karşı
espadas de los lirios.                         süsenler kılıçlarını sallıyordu.

Me porté como quien soy.               Dürüst bir çingene olarak,haksever
Como un gitano legítimo.                insanın yapması gerekeni yaptım.
La regalé un costurero                     Ayrılırken,büyük,güzel bir dikiş
grande de raso pajizo,                      sepetini armağan bıraktım.
y no quise enamorarme                   Ama kaptırmadım gönlümü ona,
porque teniendo marido                  Yalan söylemişti kocam yok derken,
me dijo que era mozuela                 evli olduğunu bilemezdim ki
cuando la llevaba al río.                   birlikte ırmağa doğru giderken.



Federico Garcia Lorca

Malachi Larabee-Garza

Malachi Larabee – Garza


Annem Mexico Cityli,babam ise Minnesotalıdır.Yedi yaşıma kadar Mexico’daki bir Federal Bölge’de misyoner olarak yetiştirildim.Misyon,Mexico City’nin dışında insanların kartondan yapılmış kulübelerde yaşadığı çöplüklerdeydi.

Bu kadar küçükken bu kadar merhametsiz bir gerçekliği görmem ve Meksika gerçeğiyle ABD gerçeği arasındaki farkları görüp ikisinin de berbat olduğunu bilmem beni aktivist olmaya sevk etti .Şunu demek kolaydır :Biliyorsun,orada her şey berbat.Orada insanlar çile çekiyorlar.Sonra buraya gelip şöyle demek : Hey,ABD’de refah içerisindeyiz.Bu,çok zor.Toplumumuzda uyuşturucu kullanımı çok yaygın.Yaşadığım yerde yoksulluk diz boyu ve Amerikan rüyasında yaşasanız da bir şey değişmiyor.

İnsanların çile çektiği bilinciyle yetiştirildim.Ailem ve kısa süreliğine benim için de,çözüm,insanlara bir risale vermek ve onlara İsa’nın yaşamlarını düzelteceğini anlatmaktı.Mesele asla dünyanın adaletsizliği yüzünden insanların incinmesi değildi.Senin bu konuda bir şey yapman gerekirdi ve bir şeyler yapmak doğru ve kutsaldı,yüce bir görevdi.Ama politik görüşlerim dönüştükçe düşünmeye başladım,belki de bu risale onların yarın karnını doyurmasına yardımcı olmayacaktı.

O sıralar bir eşcinsel,bir lezbiyen olduğum ortaya çıktı ve birden kilise benden hoşlanmamaya başladı.Ailem de benden hoşnut değildi,artık doğru bir insan değildim.Artık Tanrının emrinde değildim.Belki de yolumun biraz farklılaşması gerekiyordu.

Bir sabah annem geldi ve ‘Mija,bu sabah duamda efendimiz İsa Mesih bana senin lezbiyen olduğunu ve şeytanın yalanlarına inandığını söyledi’ dedi.Bir İncil açtı ve bana neden cehenneme gideceğimin 101 sebebini anlattı.Eğer yeterince dua ederse herkesin değişebileceğine gerçekten inanıyorlar.

Lisede çok başarılı bir öğrenci olmama rağmen okulu bıraktım,çünkü istediğim gibi yaşamak ve fiziksel görüntümü de değiştirmek istiyordum.Böylece saçlarımı kestim ve bugünkü halime geldim.Ben,buyum.Ama okulumda korunmadım.Kampusta saldırıya uğradım,hakaretle ve tacizle karşılaştım.Örneğin sınıfta cebirle ilgili bir şeyler öğrenmeye çalışırken arkanızdaki birinin annenizi becerdiğinizi söylemesi veya tahtaya ’sen bir ibnesin’ yazıldığında öğretmenin bunu silmeyip,etrafında matematik problemleri çözmesi öğrenmenize engel oluyor.Okula gitmekten vazgeçiyorsunuz.

Gerçekliğimin çöktüğünü gördüm.Aile ve okul yaşantımın,dünyada en çok değer verdiğim iki şeyin çöktüğünü gördüm.Arkadaşlarım da beni terk etmişti,artık kendimi güvensiz hissediyordum.Eğer savaşmazsam yanlış olduğunu düşündüğüm bir sistemin bana verdiği gerçekliği kabul etmiş olacağımı kavradım.

Böylece savaşmaya başladım.Ayaklarımı yere sağlam basmaya ve ‘Bu haksızlık,ben kendimi sevemeye yeniden başlıyorum’ demeye başladım.Kampusta şu anda birçok gencin katıldığı üniversite kulüplerine benzer bir eşcinsel/heteroseksüel ittifakı yaratmaya çalıştım.Bu zordu.Geceleyin posterler yapıştırdım ama ertesi gün hepsi yırtılmış ve onların yerine üzerinde ‘Eğer bir eşcinsel haklama kulübü kurmak istiyorsan bu numarayı ara’ yazan posterler yapıştırılmıştı.Ayrıca posterin üzerinde pornografik çizimler vardı.Polis geldi ve bana,bunun benim hatam olduğu,çok göze battığım,sorun çıkardığım ve kimsenin kulübe ihtiyacı olmadığını söyledi.

Ebeveynlerim beni psikoterapistlere,psikiyatrlara,eşcinsel terapistlerine götürdüler.Böyle evler ve sağlık kurumları var,insanlar bir haftalığına veya ne kadar kalacaksanız o kadar zaman boyunca çocuklarının bakımını bu kurumlara bırakıyorlar.Bu evlerin birinden kaçtım ve San Francisco’ya gittim.Şöyle düşünüyordum:Tamam,ben bir eşcinselim,ne olmuş ? Genç bir lezbiyenim ve San Francisco’ya gideceğim.Beyaz bir geyin bana bir elma uzatıp ‘Sana yardım etmeme izin ver,sen de bizdensin,biz bir camiayız’ demesini hayal ediyordum.Ama bunun yerine,öğle yemeğine 40 dolar harcayan insanlardan 25 cent koparmaya çalışıyordum.Hiçbir farkı yoktu.

Bu yüzden Pittsburgh’a geri döndüm ve Marie Blaze adındaki bir kadınla bağlantı kurdum.Bir aile dostu,ebeveynlerimin değiştirebileceklerine inandıkları bir lezbiyendi.Bunu o zamanlar bilmiyordum,sadece çok iyi bir insan olduğunu düşünmüştüm.Marie sonunda beni yanına aldı ve birçok şey öğretti.Artık sevgiye inanmıyordum,çünkü bana anlatılan tanrısal sevgi,ruhani sevgi ve ayrıca ebeveynlerin hiç bitmeyecek sevgisiydi,annelerin kızlarına duydukları sevgi.Ve işte hepsi bitmişti.Ama Marie tekrar sevgiye inanmama yardım etti.Sokaktan yedi-sekiz eşcinseli yanına aldı.Onlara evini açtı.Parasını,zamanını feda etti.Bizim için gerçekten pek çok şeyi feda etti.

Marie,her zaman belirttiği üzere,bir eylemci değildi.Gene de ben aktivizmimi ondan öğrendim,çünkü o gerçekti.Sokakta haykırmıyor,pankart taşımıyordu ama okulda başım belaya girdiğinde,birisi bana kötü bir bakış attığında veya okul dolabımın üzerinde resimler çizildiğinde üç dakika içinde orada oluyordu.Annemle konuştuğumu ve telefonu yüzüme kapadığını söylediğimde orada oluyordu.Marie önemli olanın içinde bulunduğun koşulların iyileşmesi ve aklının özgürleşmesi olduğuna gerçekten inanmamı sağladı.Hissettiklerimle ve çektiğim acılarla gerçekten ilgilenirdi ve her zaman kendimi ve hakkımı savunmaya yöneltti beni.Böylece kampusta daha aktifleştim.

Geldiğim lisede olanlara hala bozuktum,bu yüzden orayla uğraşmayı sürdürdüm ve yönetimi,onlara dava açmakla tehdit ettim.Müdüre gidip,’Arkamda ACLU’nun desteği var,işte şu sayılı yasaya dayanarak size dava açacağız ve anandan emdiğin sütü burnundan getirecekler’ dedim.Ve tabi ki dava açmadım.Sadece ACLU’nun varlığından haberdardım.Okul yönetimi korkmuştu,benimle ilişkilerini düzeltmeye karar verdiler.Bundan sonra ACLU’yu aradım ve ‘Umarım çok kızmamışsınızdır’ dedim.Okula,taleplerim olduğunu ve bu talepleri karşılarlarsa onları dava etmeyeceğimi söyledim.Taleplerimden birisi nefret suçlarının zorunlu takibiydi,diğeri ise eşcinsel/heteroseksüel birliklerinin oluşturulmasıydı.Bir de ,eşcinsel gençliğin sorunları hakkında personel bilgilendirme seminerleri düzenlenmesini talep ettim.Çok başarılı bir kampanyaydı.Şu anda,okuldaki öğretmenler çok daha bilinçli ve tüm Contra Costa County’deki en büyük eşcinsel/heteroseksüel birliklerinden birisine sahipler.

Bir akşam okulundan lise diplomamı aldıktan sonra ACLU’yla küçük çaplı örgütlenme faaliyetlerine başladım.Bir öğrenci hakları konferansı düzenledik,konuşma özgürlüğü tarzında bir şeylerdi .İşte o zaman aktif olarak savaşan insanlar olduğunu ve benim de onlara katılabileceğimi kavradım.Bir militan olarak,bilgili biri olarak bana değer verileceğini hissetmiştim.

Berkeley’deki Pacific Center ‘da faaliyet yürüttüm.Burası tamamıyla eşcinsellerden oluşan bir topluluk merkeziydi,yaşlılarla ilgili,gençlikle ilgili,HIV’la ilgili bir şeyler yapıyorlardı ;kadın çemberleri oluşturuyorlardı ve bir iletişim büroları vardı.Liselere,üniversitelere,gençlik tedavi merkezlerine gitmeye ve öykümü anlatmaya başladım.Bu,baskının değil kurtuluşun öyküsü olmaya başlamıştı.Bunu kendi kelimelerimden anlıyordum.

Gerçekten etkili bir süreç haline geliyordu.İnsanlara kalbinizle yaklaştığınız zaman onlara ne kadar iyi ulaştığınızı görüyor ve şöyle diyordunuz:Bunlar benim başıma gelenler ve aynı lanet şey sizin başınıza da geliyor.Bunu aşabilir ve mücadele edebilirsiniz.Bana avazı çıktığı kadar bağırarak bir şey bilmediğimi söyleyen annelerle ve ağlayarak kendilerine yardım etmemi isteyen gençlerle karşılaştım.O İletişim bürosunda çalışmaya başlamakla çok iyi etmiştim.

Bir gün,insanların bu tarz eylemcilikle de hayatlarını kazanabileceklerini fark ettim.Bu,aklımı başımdan almıştı ! Nasıl yani ? İnsanlara yardım edebilirim,hikayemi anlatabilirim ve yaşamımı sürdürecek para kazanabilirim,öyle mi ? Just Act’ın iş ilanını gördüğümde bir pizzacıda çalışıyordum.Farklı etnik kökene sahip,topluluk önünde iyi konuşan ve örgütleme yeteneği olan kampusta faaliyet yürütecek genç birini arıyorlardı.

Farklı acılar çekmiştim ama sevgiyi,başımdan geçenleri ve kişilerin kendi hikayelerini kaynaştırabileceğim bir yere geliyordum .Kar amacı gütmeyen bir yerde çalışma ve zamanımı yerel ve küresel sorunlar arasındaki çetrefilli bağlantılar üzerine düşünerek geçirme ayrıcalığına sahip olacaktım.

İnsanlara Chevron’a,Shell’e veya herhangi birine öfke duymaları gerektiğini anlatmıyorum.Bu benim işim değil.Benim işim şudur:Nerelisin ? Doğu Oakland’da mı yaşıyorsun ? Yoksul olmanın getirdiği koşullar neler ?Ah,evet içme suyunuz. Suyunuzu içemiyorsunuz.Bu bir rastlantı mı ? Sağlığın nasıl ? An,annen kanser oldu,hem de 28 yaşında ! Annen kanser ve Doğu Oakland’da yaşıyorsunuz.Bu bir rastlantı mı ? içme suyunuza ne oldu ? İçme suyunuza ne boşaltılıyor ? Bağlantıları kurup Chevron’un ne boktan bir şey olduğunu kavramakla ilgili bu.Çünkü onlar içe suyunuzu kirletiyor ve bu yüzden annen kanser oldu.Bu da ,yoksul olmanızla ilgili.Ve bu da bir sistemle ilgili,biliyor musun ?

Tüm eylemciğimi ve başka bir gencin benim yaşadıklarımı yaşamaması için çalışmayı,hiç değilse yaşadıklarıma karşı bir sorumluluk olarak görüyorum.Liselere gittiğimde öğretmenlere şunu anlatıyorum : Bu hikayeyi duymanızı istiyorum böylece hiç olmazsa ne yapmayacağınızı bilirsiniz.

Sevgiye tekrar inanmanın,katıldığım herhangi bir protestodan çok daha güçlü bir deneyim olduğunu biliyorum.Gidip bir yerde konuşma yapıp insanların gürültülü şekilde alkışlamasından çok daha güçlü.İnsanlara ulaşabilirsek ve de insanlar bu derin şeyleri anlar ve hissederlerse,geri kalan ger şey yerli yerine oturur.



Oakland’da yaşayan Malachi Larabee-Garza,sanat,kültür ve halk eğitimini kullanan ateşli bir gençlik örgütçüsüdür.İşçi sınıfının yoğun olduğu bir şehirde,West Pitttsburg,California’da yetişen bu Meksika-İrlanda melezi,güçlü topluluk bağlarına,vefaya,aileye ve bir devrimin gerekliliğine inanıyor…

                          Kaynak:Global Uprising 2001